Depremden sonra işgalin ayak sesleri mi?

Güzel günler göreceğiz çocuklar” ama çok ileride. “Motorları maviliklere süreceğiz” ama yokluklar ve acılar göreceğimiz, bir süreçten sonra. “Çocuklar inanın, inanın çocuklar” bayağı süründükten sonra…

Güzel günler göreceğiz güneşli günler” ama bu zifiri karanlıklar sona erdikten sonra.  “Neden bu haldeyiz ve bu duruma nasıl geldik?” sorusunu, enkaz altında düşünebilmeyi başarırsak eğer…

Tıbbın öğretilerini alt üst eden, iki yüz küsur saatten sonra bile enkaz altında, ölmeye direnen insanlar çıkıyor. İnatla ölmüyoruz, ölmemizi isteyenlere ve ölmemiz için bekleyenlere inat…

Enkaz altında bir hafta boyunca kurtarılmayı bekleyip, sigara yakarak enkazdan çıkan adamsın sen Türkiye!

Bu inatla yaşamaya devam et!

Pes etme!

Düşme!

Ayağa kalk Türkiye!

Böyle demişti Haydar Hoca. Yıllarca “ayağa kalk Türkiye!” diye haykırdı durdu. Bu haykırışı duymadın, şimdi enkaz altında kaldın!

Hadi biraz olumlu düşünelim:

Bir tane, toprak altından kaldıktan sonra, çatlar, filiz verir. Özünü kaybetmemişse, toprak altında çürümemişse, mutlaka çatlar filiz verir. İnsan da bir tohum gibi çile ile çatlar, filiz vermeye başlar.

Beşeri insan yapmaya memur olmuş arifler, bu yüzden insan özünün çatlayıp filiz vermesi için çileye tabi tutarlar taliplilerini. O çile, insanı âdem/adam yapar. “Ben de bir insan olmaya geldim” diyor ya şair.

Kapıya adam olmaya gidip, dersini ve çilesini alır döner. O kapıda adam olmamışsa, adam olacağını daha düşünme, o iyi bir hıyar olmuştur, Akdeniz’e doğrasan ondan cacıkta olmaz!

Neyse!

Demek istediğimiz, insanın yaşadığı çile, insanda değişime neden olur. “Şer gördüğünüzde hayır, hayır gördüğünüzde şer olabilir” uyarısını, buraya not edelim. Bu şerden bir hayır çıkar mı diye düşündüğümüzde, olumlu düşüncelere kapılıyoruz.

Toplum peşine takıldığı beton iktidarının altında kaldı. Kader değil bu bir tercihti, bedelini ödüyor. Büyük bir çileye girdi, tabir caizse…

Güzelim bahçeleri, o bahçeleri sulayan suları, öten kuşları, kokan çiçekleri reddetti. Betona sarıldı. Sarıldığı beton mezarı oldu. Çocukluğumun geçtiği, o güzelim şehir nerede şimdi. Doğa seni sırtından attı.  “Ben üzerimde türlü türlü meyveler veren toprağım, al şu betonlarını üzerimden!” dedi, silkeleyip attı.

Kendine gelir, düşünürsen, akledersen, “akıl sahipleri için ibretler vardır”. İşte bu çileden sonra, bu enkazdan sonra, akleder, düşünür, doğaya kulak verirsen, tanrıya kulak verirsen, toparlanır adam olursun.

Olmazsan şayet, çürür gidersin!

Tarihte yok olan kavimler, “şehirlerinin altı üstüne gelen” toplumlar hep var olmuştur. Geleneksel mimarlık anlayışımızı tekrar diriltip, modern bilimle harmanlayıp, kendi tarzımızı oluşturabiliriz. Ve işte bu mutlaka olacak, olmak zorunda…

Bu işler çok zor değil, zamanla düzelir. Bütün mesele idrak etmede ve inat etmede ama hakikati idrak etmek ve de yanlışta inat etmemekte… Milletin bu felaket karşısında, her türlü siyasi tartışmayı bir kenara bırakıp, felaket karşısında kenetlenme kabiliyeti, düşmanın not ettikleri arasındadır.

Yaraları sarmak uzun zaman alabilir, depremin doğal olmayan yapay bir tarafı olduğunu da göz ardı etmeden, muhtemel İstanbul depremine de hazırlanmak gerekiyordu, hem de onlarca yıldır. Bu büyüklükte bir deprem İstanbul’da olursa, Türkiye işgal edilir, haberiniz olsun.

Ve bunun emareleri görülmeye başlandı. Türkiye, yabancı asker davet etmedi ve bir teskere olmadan bu mümkün değilse, İspanyol askerler İskenderun’da ne arıyordu. “İskenderun’da keşfe çıktık” demek, ne manaya geliyor. Ülkelerin kurtarma ekipleri arasında mutlaka o ülkelerin ajanları da var. Onların görevleri farklı çok dikkat edelim.

Birileri bunları davet mi etti !

Bütün bunlar, nasıl yorumlanmalı?

Yoksa depremden sonra işgalin ayak sesleri mi?

Depremden sonra işgalin ayak sesleri mi?
Başa dön