Önceki gün, Bakırköy İncirli'de metrobüse doğru ilerlerken kabalıktan bir adam kolumdan tutup çekti. Ben para istiyor zannımca, elimi cebime attım. "Dilenci değilim can!" dedi, başladı konuşmaya…
Dua ile karışık konuşması, beni önce şaşkına çevirdi. "Prim Hünkar Hacıbektaş" ile başlayan cümleler, kalabalık yolun ortasına, çiviledi adeta. Öyle bir muhabbet alıyorum ki söylediklerinden, o anda vücudumu kesseler, bir şey hissetmem.
Elimi tutmuş bırakmıyor. 12 İmam'ın isimleri tek tek zikredilerek, anlamadığım fakat büyük haz duyduğum şekilde duları, nasihatleri devam ediyor. Üç kez kalbime parmak ucuyla vurarak, "Hüseyin aşkına, Allah de!" dedi.
Elimde olmadan öyle bir "Allah" diye sayha attım ki, herkes bize baktı sandım. Sanki bizi ne gören vardı ne duyan. Sık sık "Huuuu" diye bağırıyor. Bütün bir vücudum titredi.
Sonra, "Ehl-i Beyt'i say" dedi.
"Peygamberimiz, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin" dedim. "Fatıma'nın yerini neden değiştin! Çok yanlış yaptın" diye, tepki gösterdi. "Fatıma, üçüncü değil, ikinci sırada" dedi. Bunu, öğrenmiştim Baş Hoca'mızdan ancak heyecandan sırasını unutmuştum.
Velhasıl dostlar, "eren", ve "can" hitapları arasında, adeta ameliyata alındım. Çok sevdim adamı, teslim oldum veya teslim aldı, öyle ki elinde ölmeye itiraz etmem. Böyle bir, manevi hal yaşattı bana…
“Hacıbektaş Dervişi” olduğu, her halinden belliydi. Dua seansı bitince, "senden bir talebim var…" dedi. Can kulağıyla dinledim: "Hacıbektaş'a gideceğim, iki kişiyiz, bana yardım et can!" dedi. Düşündüm, en az üç yüz lira lazım.
Ama yanımda yok…
Kıvrandım tabi…
“Yanımda o kadar yok” deyince, "senin için kapılar bugün açık" dedi. Epeydir Hacıbektaş'a gitme niyetim vardı ama şimdi bu adam, kendisini göndermemi istiyor. "Yarın 14'de tam burada ol geleceğim" dedim.
"Ben, bu işi, senin yapmanı isterim" dedi. Telefonunu istedim, yok dedi. Hesap istedim, yok dedi. "Buyur eve misafirim ol, evde para vereyim" dedim, olmaz dedi. Yapılacak bir şey yoktu. "Yarın buraya 14’te geleceğim" diyerek ayrıldım.
Adam, yalan söylüyor olabilirdi. Bir dolandırıcı yöntemi olabilirdi. Ama o yapılan duaları ve hissettiklerimi düşününce, yalancı olduğundan emin olsam dahi, dediğini yapacaktım.
Ertesi günü, havanın sıcaklığına aldırış etmeden, cebime parayı koyup yola çıktım. Geldim, o köprü altına biraz bekledim. Arkamdan, "geldin mi can!" diye bir hitap duydum. Ardından, köprü altına oturduk.
Bir resmini almak istedim, izin vermedi. "Neden geldin!" dedi. "Sana para vermek için" dedim. “Boş verebilir, gelmeye bilirdin. Seni tekrar getiren, nedir!" dedi. Ben de, "Ehl-i Beyt için geldim" dedim. "Ehl-i Beyt'i anan birini, yolda bırakamam" dedim.
"Seni, 'Ehl-i Beyt' diye kandırmış olamazmıyım" dedi. Ben, "o senin sorunun" dedim ve ekledim: "Eğer samimi isen eyvallah, yok değilsen, Ehl-i Beyt'ten alacaklı olmak istedim".
"O ne demek" deyince, "ben, öbür tarafta diyeceğim ki, Ey Ehl-i Beyt, bu adam beni sizin adınızla kandırdı, ben bu adamdan değil, sizden hakkımı istiyorum. Onlar da, beni bu vesile ile yanlarına alır, kurtulurum. sen de, ne yaparsan yap!.."
Gözleri doldu. Boynuma "Huuu" diye sarıldı. Omuzları mı üç kez öptü. Sonra "sırtını dön sana bir Ali Pençesi atacağım" dedi. Sırtıma elini koydu, Ehl-i Beyt'i ve imamları saydı. Kalbim yerinden çıkacaktı sanki.
Ardından, tırnaklarıyla sırtıma hakikaten bir, "aslan pençesi" attı. "Daha sırtın gere gelmez " dedi. Ardından, "bir süre daha sohbet edelim, sonra git" dedi. Adımı sordu “Yusuf” deyince, “Yusuf ol!” dedi.
Çocuklarımın isimlerini sordu. "Ali nerede" dedi. "Ne Ali'si" dedim. "Oğlun Ali olmalı, senin!" dedi. "Musa Haydar var" deyince, "Ali'de olmalı, Ali'nin gelmesine engel olma" dedi.
"Yaşım elli, bundan sonra Ali gelecek, ben yokum, ne yapsın çocuk, bensiz" deyince… "Orasını sen düşünme!" dedi.
Her şey tamam da, bu Ali işi olmadı!
Neyse dostlar!
Adam, samimiydi, değildi, ayrı konu. Ama o yaşadıklarım gerçekti. "Erenlere hor bakma sakın, berbat olursun" der ya, aşık. Ben de hor bakmadım. "Her şapka altında, bir veli çıkabilir" itikadıyla, soyulsam da razıydım!
Bugün aklıma hiç bir konu gelmedi yazmak için, mecbur kaldım, bu olayı yazdım. Normalde anlatmayacaktım ama ne yalan söyleyeyim, aklıma başka hiç bir şey gelmedi. Onca yazılacak konular var, not etmişim. Ne kadar zorladıysam, elim harekete geçmedi, zihnim dondu sanki. Aklıma tek gelen, bu garip olay.
Adını sorduğumda "Garip" diyen bu adam, gerçekten çok garipti.
Bakırköy İncirli'de bir Garip!
Şimdi bundan başka bir şey yazamamam da, çok garip. Konuşma sırasında, ağız alışkanlığı "abi" diye hitap edince, "ne abisi, ben Dede’yim" dedi. Sonra "Mansur Baba'yım" diye ekledi. "Dedeleri bilmem ama babalar benden sorulur" diye espiri yapınca, güldü.
Sonra ona bir, "baba" sohbeti yaptım. Çok memnun kaldı. "Huuu" diyerek sık sık, sohbete musiki kattığı konuşmamızı, burada kestik ve dualaştık.
Bunu bir “dilenci “kabul edersek eğer/(dilenci olduğunu asla kabul etmiyorum) alevinin dilencisi bile çok güzel. Bu güzel insanlara, tarihte nasıl kıydılar.
Bugün bu insanların evlerine çarpı atan hainler, çarpı atmak yerine, destur alıp o evin içine girseler, irşat olurlar. "Bize, Sünniler hep küfür etti, bizler şükür ettik" dedi Garip adam.
Hak bu, kıymetli dostlar. Hakikat bu…Türklerin aslı alevidir. Bizler sonradan Emevi'leştirildik, Sünni'leştirildik. Aslımız, Hünkar Hacıbekataş'tır. Bize aslımızı hatırlatan, Üstadımız, Prof. Dr. Haydar Baş'a selam olsun.
Türk'ü, bir "can" yapan, o eli, hürmetle öpüyorum. Sünni bir insanı alevi ile bir bilek bir yürek yapan, o çağdaş Hacıbektaş'a minnettarız.