Bir bahar mevsimiydi, Mayıs ayı olabilir. Şehitlik tepesine doğru, yaya olarak çıkıyoruz. Heyecanımız çok yüksek. Üstadımız Prof. Dr. Haydar Baş’ın konuşmasını dinleyeceğiz. Öğrencilik yıllarımız, 90’lara ya girdik ya gireceğiz.
Bizi selamlayan kuşları duyarak, çiçeklerin saldıkları kokuları koklayarak tırmanıyoruz yokuşu. Şehitlikteki Kültür Merkezi önü zıpkın gibi gençlerle dolup taşıyor. Türkiye’nin bütün illerinden gençler var. Yaşlarımız 20- 25 arası…
İcmal’in “önce insan” sloganındaki gerçek, hepimize nakış nakış işlenmişti. “Beden kalıbı içine hapsolmuş ruhun” ne demek olduğunun bilincindeyiz. Hürriyetin ve ölmezliğin ne olduğunun farkındayız. Yunus’u ölümsüzleştiren aşkın peşindeyiz.
Ali Gedik’ler, Celal Mısır’lar, Baki Bektaş’lar var, her biri disiplin çavuşu gibi akıl ve gönül gözleriyle bizleri tarıyorlar, mana sultanına hazır mıyız diye.
Ha geldi ha gelecek…
Ve rayihalar yayarak teşrif ettiler. Güneş gibi adamdı benim hocam, hem ısıtır hem aydınlatırdı. Henüz CİA’sal İslam bir kurt gibi toplum bünyesine girmemiş, henüz ruh köklerine Ilımlı İslam zehirleri sızmamış. Türklerin İslam’ı alış şekliyle gönülden gönüle giden yolun tam içindeyiz.
Taptuk’un kapısında ‘bizim Yunus’un durduğu yerdeyiz.
Ve kürsüye çıktı. Bütün doğallığıyla konuşmaya başladı.
Dudu kuşunu anlattı:
“Adamın biri seyahate çıkacak, kafesteki kuşuyla bir veda sohbeti yapar. Derki uzak illere gideceğim, benden bir isteğin var mı?
Dudu kuşu cevap verir.
-Yolun üzerinde bir dudu kuşu görürsen, selamımı söyle!
Peki der ve yola çıkar.
Nihayet yoluna dudu kuşu çıkar ve ötmeye başlar.
Yolcu selam verir.
-Ey dudu, benim kafesteki dudunun sana selamı var.
Bir de bakar ki, kuş öldü.
Adam çok üzülür, keşke söylemeseydim der. Yolculuğu biter, günler sonra evine döner. Olanları evdeki duduya anlatmaya başlar.
-Ey dudu!
-Senin selamını söyledim, dudu öldü.
Dudu kuşu adamı dinleyince kafeste ölür. Adam daha da şok olur. Olanlara bir anlam veremez. Kafeste ölü olan duduyu çıkarır, pencere önüne koyar. Ne yapacağını düşünürken, kuş, pır pır uçamaya başlar.
Karşıda bir ağaca konar.
Adam:
Uçup gitmeden bütün bu olanları bana anlat ey Dudu!
Dudu der ki;
-Ben seninle selam yolladığım o duduya dedim ki, sen özgürsün ben ise kafesteyim, ne yapmam gerek. O dudu, ölerek bana mesaj yolladı.
Demek istedi ki;
Öl ki kurtulasın!
-Ben de öldüm ve kurtuldum.
Kıymetli dostlar!
Büyük gönül insanı, siyaset ve ilim adamı, Prof. Dr. Haydar Baş’ın 30 yılın üzerinde bir zaman önce yaptığı bu sohbet, dün gibi hatırımda. Hem hatıra, hem de öğüt olsun diye paylaşmak istedim. İnsan bedenine hapsolmuş ruhun hürriyeti, nefsani arzuların terkiyle alakalı.
Madde sevgisi insanın kalbine girdiği zaman, ruhu kalpten uzaklaştırır. Allah’ın tecelli mekanı olan kalbin, ruhun emrine girmesi gerekir. İbadetler bu yüzden yapılır. Nefsin hakimiyetine son verip, kalpte nefis ile ruhun boğuşmasında, ruhun galibiyetini sağlamak içindir.
Vücudun mikroplara karşı direnci gibi düşünelim, ruhun da nefse karşı güçlendirilmesi gerekir. Bu güçlendirme gıdasına ibadet denir. Kalbe nefis hakim olursa çalar, çırpar, soyar, ruh hakim olursa, insan paylaşır.
“Namaz kötülüklerden alıkoyar” uyarısı ile “vay o namaz kılanların haline” çıkışını iyi anlamak lazım. İlahi ikaz ne demek istiyor, düşünelim. Dirilmek isteyen, nefsini öldürmeli. “Ölmeden evvel ölmek” gerek ki, hakikat kanatları bizi uçursun. Kafeslerimizden kurtarsın.
Dincilerin, din satıcılarının dinden ettiği günümüzde, bu tür yazılar yazma gereği duydum, hepinize saygılar…
